İkinci Dünya Savaşı sırasında, yaralı ve hastaların tedavisinde plazmanın kullanımı konusunda kapsamlı araştırmalar yapıldı. Plazma ve serumun, yalnızca dolaşımdaki kan hacmini (CBC) eski haline getirmekle kalmayıp aynı zamanda seviyesini koruyarak iyi bir taşıyıcı ortam oldukları kanıtlanmıştır.
Kan kaybından kaynaklanan insan ölümü, yakın zamana kadar yalnızca doku organlarına oksijen tedarikinin azalmasına (hipoksi) bağlanıyordu. Kan kaybı tedavisi, kanamayı durdurmak ve donör kanını veya kırmızı kan hücresi kütlesini "damla damla" aktarmaktan ibaretti. Buna karşılık, transfüzyon sıklıkla kanamanın tekrarlaması ile sonuçlanmıştır.
İngiliz bilim adamları, kanda dolaşan tümör DNA'sının düzenli analizinin, kanser evrimini incelemek için yeni bir paradigmayı temsil ettiğine inanıyor. Dizilimlerinin kodunu çözerek, bir tümörün ilaca nasıl direnç geliştirdiğini tam olarak anlayabilir ve sonuç olarak onu daha etkili bir şekilde etkisiz hale getirebilir.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, bağışlanan kırmızı kan hücrelerinin yalnızca dokuya yetersiz oksijen tedarikini telafi etmeyi amaçladığını göstermiştir. Akut büyük kan kaybı, yalnızca oksijen kaynağının azalmasına değil, aynı zamanda pıhtılaşma sisteminin geniş kapsamlı bozukluklarına da yol açar.
Dolaşımı yeniden sağlamak ve ölüm döngüsünü kırmak, basıncı artırmak ve dokuları oksijenlendirmek için kanın daha sıvı hale getirilmesi ve pıhtılaşma faktörleriyle doldurulması gerekir. Bu, büyük miktarlarda plazma (1-2 litre) transfüzyonu ile sağlanabilir.